Bir devrimci ne düşünür?
10.02.2016 09:13:56
On yedi, on sekiz yaşlarında elimde torbalar dolusu örgütün illegal yayın organları, bir mahalleden diğer bir mahalleye yürürken "illegal" olmanın gerekliliklerine göre hareket edip, doğruları yapmaya çalışır, örneğin yolumu uzatır, gecenin yarısı, ya da kavurucu sıcak da olsa bir ara sokaktan diğerine girer, köşe başlarında ya da uygun yerlerde ayakkabımı bağlıyor numarası yapıp sivil polislerin takip edip etmediğini kontrol ederdim.
Randevularıma zamanında varıp, zamanında ayrılmayı ilk orada öğrendim. Öyle bir durum ki daha sonra yıllar geçse de örneğin kız arkadaşlarımdan da hep hangi saatte anlaşılmışsa o saatte orada olmalarını bekledim. Eğer bir buluşma ayarlanmışsa ben de edinilen alışkanlıkla karar verilen saatin dakikasında, saniyesinde buluşma yerinde olup yine başardım diye içten içe övünürken, bundan haberi olmayan hanım efendiler illegalite şartlarına uymayıp, randevularına hep geç geldiler. Bu yüzden çok tartışma yaşamışımdır ama bu konudaki hassaslığımın altında yatan nedenleri kendim de bilmediğim için boşu boşuna bir sürü gerginliklere neden olmuşumdur...
Güvenli diye malzemeleri getiren yoldaşla bir Camide buluşup abdest aldıktan sonra gönül rahatlığıyla komünist propogandası bildirileri sırtlayıp, iman gücüyle bildiriye çıkmadan önceki son duraklarına taşırdım. O yolculukları hiç unutmam. Şimdi bile gözü kapalı tek tek hatırlarım hangi sokak aralarından geçip nerelerde ne kadar terlediğimi, t-shirt'ün altında gizlenmiş dergilerin verdiği hissi, sokakta geçen insanlarla bakışmalarımızı...
Bir insanın yaşadıkları bir diğerinden çok daha ağır olabilir fakat herkesin hayatı kendisine mahsus ve özellikle (basitçe) bu yüzden yaşadıkları kadarıyla belleğini oluşturur, duygular ve bilişsel varlığını yaşar.
Bir devrimci o anlarda ne düşünür? Orak Çekiçli bildirileri, sosyalizm propagandası yapan illegal yayınları taşırken nasıl hisseder?
Devrim? Halkın, işçilerin, öğrencilerin birleşmesi, ayaklanması, zalimlerin yerle bir edilmesi, kızıl bayrakların dalgalanması, kitlelerin en önünde yürüyüp sokakları ele geçirmek? Ne yalan söyleyeyim bunları da hayal etmedim değil. Fakat o anlarda, o bildirileri, dergileri taşırken hep başka şeyler düşündüm. Kimseye itiraf etmediğim şeyler ve kimsenin de itiraf etmesini beklemediğim şeyler. Zaten kimse de sormadı:
"Ya yoldaş o kadar dergi, bildiri taşıyorsun, nasıl hissediyorsun?"
Devrimci adamın duyguları olmaz, devrimci kadın, adam Stalin yoldaş gibi yani çelik gibi olur, eğilip, bükülmez. Devrimci adam / kadın sert olmalıdır, duyguları sadece ölen yoldaşlarına saklar ve tüm hislerinin keskinliğiyle onların ardından, anılarının yolunda yeminler eder...
Hep nasıl yakalanacağımı, nasıl bir köşede 3-4 sivilin üzerime atlayacağını, ya da evimize nasıl baskın yapılacağını, annemin, babamın nasıl tepki verip, korkacağını...En çokta işkenceyi, bana nasıl işkence edeceklerini, elektriği ilk nereye vereceklerini, askıya alıp almayacaklarını, hayalarıma vurup vurmayacaklarını, buza yatırlarsa nasıl nefessiz kalacağımı...
Bir devrimciye yakışmayan düşünceler.
Nasıl direnmem gerektiğini de düşünürdüm, sephanın kenarına ayağım çarptığinda nefesimi kesen ağrıyı, ama aynı zamanda vücudumun, zihnimin işkencede nasıl farklılaşıp bir direnç yığını haline geleceğini, boşu boşuna dışarıdaki yaşamla karşılaştırma yapmamam gerektiğini...Direnemezsem kimsenin yüzüne bakamayacağımı, hayatımın nasıl son bulacağını, hayatımın geri kalan kısmını çözülmüş bir hiç gibi nasıl yaşayamayacağımı...
Direniş kitaplarını okuyup, kendimi hazırlamaya çalışırdım. İbrahim Kaypakkaya'nın yaşamı, dergide yayınlanan direnişin günlüğü, farklı bir örgütten olsa da direnişin destanlarını yazanların kitabı Adressiz Sorgular...
Ama işkence görmekten çok beni rahatsız eden şeyler de vardı. Bir kere bile bir kızı öpemeden, sevişmeden yakalanmak, işkencede, hapiste her şeyi kaybedip, yok olup gitmek. Bir yandan devrim hayalleri bir yandan öpemediğim dudaklar, dokunamadığım göğüsler, birlikte olamayacağım ve belki de hiçbir zaman hissedemiyeceğim ama bunları yaşamak benim de hakkım dediğim duygular. Bir devrimciye yakışmayan düşünceler, duygular. Kimseyle konuşulmaması, kendinden bile saklaman gereken...
Şimdi bunlar neden geldi aklıma? Zamanı mı? Belki de değil. Fakat farkına yıllar sonra vardığım bir durum var ki o biraz sarsıcı.
Daha çok genç ve başarılı, orta okulda müdürün en çok sevdiği öğrenci, bir yurttaş, bir insan olmama rağmen bu bulunmuş olduğum eylemlerden dolayı işkence edileceğimi, kimsesiz bir sokak köpeğinden daha kötü muamelelere maruz kalabileceğimi, sakat kalabileceğimi, hatta öldürebileceğimi kabul etmiştim. Eğer devrim yapmak gibi bir işe kalkışıp, faşist diktatörlüğü karşıma aldıysam onların da bana ve etrafımdakilere - ailemde dahil- herkese istediklerini yapabileceklerini kabul etmiştim. İstedikleri her şeyi yapabilir, beni yakalayıp işkence ettikten sonra televizyonlarda, gazetelerde teşhir edebilirlerdi ve buna karşı benim tek yapmam gereken direnmekti. Öyle bir cürette bulunduysam bedelini de bana istedikleri gibi ödetebilir ve hak ettiğim muameleye maruz kalabilirdim. Faşist diktatörlüğü karşısına alanın faşizmi yaşamasından daha doğal ne olabilirdi ki...
Tabii ki bu devrimci eylemin içerisinde olan herkes için geçerli olan bir durum. Kaldı ki, yüzlercesinin, binlercesinin nasıl işkence görüp, öldürüldüklerini duyarak, görerek büyüdük ve yaşadık.
Devrimci eylemin nasıl olması gerektiğine karar verenler, bunun karşılığında bazı durumlarda kendileri de dahil olmak üzere neler ödeneceğini, ne olacağını da çok iyi biliyorlardı. Devrim kanla yazılmalıydı.
İnsan duygularının ve bireyin birey olarak önemli olmadığı, sadece toplumsal mücadeleye adanmış bireyin kahraman olduğu, eleştiri -özeleştiri safsatası altında parti- örgüt kimliğinin dayatıldığı, ve ancak ölümlerle açığa çıkan duyguların, yine ölümlerle güç kazanıp serpildiği yerde ona göre mücadale biçimleri var olacak ve her zaman kendisini dayatacaktı.
Selahattin Demirtaş'ın bir seçim konuşmasında halka seslenerek şöyle dediğini hatırlıyorum: Siz yeterince öldünüz, artık yeter, sıra bizde, bırakın da biz ölelim!
Demirtaş biliyordu ki kendisinin yaptıkları karşılığında bedel ödeyecekti, ve ödeteceklerde ama aynı zamanda biliyordu ki onun ödeyeceği bedel hem niceliksel olarak "az" hem de bu "yeni" direniş biçimleri ile ödenecek olan bedellerin şimdiki zamanda ve gelecekte azalmasını sağlanacaktı. Bireylerin, toplumların kendi yaşamlarına, insan haklarına sahip çıkıp insanca yaşamayı direten ve onun karşılığını alacak mücadele yöntemleri geliştirilecekti. Öylece kimse "hak etmediği" zulümle karşı karşıya kalmayacak zalimler öyle kolayca en iğrenç yayın organlarını kullanıp yalanlar söyleyemeyecek, söyleseler bile yanı başında büyüyen, gelişen gerçekliğinde farkındalılığı kabul edilecekti.
Zulüm yapanlar öyle bir köşeye sıkıştırılmalıydı ki, değil yargısız infaz yapmak, her şeyiyle değerli bir insana bir fiske bile atmayacaktı.
Atmamaları gerekiyor, öyle mücadele yöntemleri, direnişler gerekiyor ki insan kendi varlığının farkında, ona, yani kendi varlığına saygıyla hareket edip, insanlık dışı hiçbir muameleyi kabul etmeyen şekillerde varlığına, direnişine devam etsin. Ancak bu şekilde zalimlere geri adımlar attırabilinir, oynadıkları oyunlar boşa çıkarılıp, yıllar boyu zehirlenen toplumlar doğruları görme "şansına" erişir. (Tabii ki varolan kontext yani koşullar belirleyicidir ve direniş biçimlerinin değişmesini koşullar).
Bu demek değil ki zalimler bedel ödetmeyecek, kan kusmayacak. Zaten o yüzden öyle saldırdılar, öyle vahşice bombalar patlattılar. Evrilen ve büyüyecek olan "yeni" mücadele biçimlerinin önüne geçmeleri gerekiyordu. Ne pahasına olursa olsun durdurmaları gerekiyordu.
Şimdilik başardılar...
10.02.2016 09:13:56
On yedi, on sekiz yaşlarında elimde torbalar dolusu örgütün illegal yayın organları, bir mahalleden diğer bir mahalleye yürürken "illegal" olmanın gerekliliklerine göre hareket edip, doğruları yapmaya çalışır, örneğin yolumu uzatır, gecenin yarısı, ya da kavurucu sıcak da olsa bir ara sokaktan diğerine girer, köşe başlarında ya da uygun yerlerde ayakkabımı bağlıyor numarası yapıp sivil polislerin takip edip etmediğini kontrol ederdim.
Randevularıma zamanında varıp, zamanında ayrılmayı ilk orada öğrendim. Öyle bir durum ki daha sonra yıllar geçse de örneğin kız arkadaşlarımdan da hep hangi saatte anlaşılmışsa o saatte orada olmalarını bekledim. Eğer bir buluşma ayarlanmışsa ben de edinilen alışkanlıkla karar verilen saatin dakikasında, saniyesinde buluşma yerinde olup yine başardım diye içten içe övünürken, bundan haberi olmayan hanım efendiler illegalite şartlarına uymayıp, randevularına hep geç geldiler. Bu yüzden çok tartışma yaşamışımdır ama bu konudaki hassaslığımın altında yatan nedenleri kendim de bilmediğim için boşu boşuna bir sürü gerginliklere neden olmuşumdur...
Güvenli diye malzemeleri getiren yoldaşla bir Camide buluşup abdest aldıktan sonra gönül rahatlığıyla komünist propogandası bildirileri sırtlayıp, iman gücüyle bildiriye çıkmadan önceki son duraklarına taşırdım. O yolculukları hiç unutmam. Şimdi bile gözü kapalı tek tek hatırlarım hangi sokak aralarından geçip nerelerde ne kadar terlediğimi, t-shirt'ün altında gizlenmiş dergilerin verdiği hissi, sokakta geçen insanlarla bakışmalarımızı...
Bir insanın yaşadıkları bir diğerinden çok daha ağır olabilir fakat herkesin hayatı kendisine mahsus ve özellikle (basitçe) bu yüzden yaşadıkları kadarıyla belleğini oluşturur, duygular ve bilişsel varlığını yaşar.
Bir devrimci o anlarda ne düşünür? Orak Çekiçli bildirileri, sosyalizm propagandası yapan illegal yayınları taşırken nasıl hisseder?
Devrim? Halkın, işçilerin, öğrencilerin birleşmesi, ayaklanması, zalimlerin yerle bir edilmesi, kızıl bayrakların dalgalanması, kitlelerin en önünde yürüyüp sokakları ele geçirmek? Ne yalan söyleyeyim bunları da hayal etmedim değil. Fakat o anlarda, o bildirileri, dergileri taşırken hep başka şeyler düşündüm. Kimseye itiraf etmediğim şeyler ve kimsenin de itiraf etmesini beklemediğim şeyler. Zaten kimse de sormadı:
"Ya yoldaş o kadar dergi, bildiri taşıyorsun, nasıl hissediyorsun?"
Devrimci adamın duyguları olmaz, devrimci kadın, adam Stalin yoldaş gibi yani çelik gibi olur, eğilip, bükülmez. Devrimci adam / kadın sert olmalıdır, duyguları sadece ölen yoldaşlarına saklar ve tüm hislerinin keskinliğiyle onların ardından, anılarının yolunda yeminler eder...
Hep nasıl yakalanacağımı, nasıl bir köşede 3-4 sivilin üzerime atlayacağını, ya da evimize nasıl baskın yapılacağını, annemin, babamın nasıl tepki verip, korkacağını...En çokta işkenceyi, bana nasıl işkence edeceklerini, elektriği ilk nereye vereceklerini, askıya alıp almayacaklarını, hayalarıma vurup vurmayacaklarını, buza yatırlarsa nasıl nefessiz kalacağımı...
Bir devrimciye yakışmayan düşünceler.
Nasıl direnmem gerektiğini de düşünürdüm, sephanın kenarına ayağım çarptığinda nefesimi kesen ağrıyı, ama aynı zamanda vücudumun, zihnimin işkencede nasıl farklılaşıp bir direnç yığını haline geleceğini, boşu boşuna dışarıdaki yaşamla karşılaştırma yapmamam gerektiğini...Direnemezsem kimsenin yüzüne bakamayacağımı, hayatımın nasıl son bulacağını, hayatımın geri kalan kısmını çözülmüş bir hiç gibi nasıl yaşayamayacağımı...
Direniş kitaplarını okuyup, kendimi hazırlamaya çalışırdım. İbrahim Kaypakkaya'nın yaşamı, dergide yayınlanan direnişin günlüğü, farklı bir örgütten olsa da direnişin destanlarını yazanların kitabı Adressiz Sorgular...
Ama işkence görmekten çok beni rahatsız eden şeyler de vardı. Bir kere bile bir kızı öpemeden, sevişmeden yakalanmak, işkencede, hapiste her şeyi kaybedip, yok olup gitmek. Bir yandan devrim hayalleri bir yandan öpemediğim dudaklar, dokunamadığım göğüsler, birlikte olamayacağım ve belki de hiçbir zaman hissedemiyeceğim ama bunları yaşamak benim de hakkım dediğim duygular. Bir devrimciye yakışmayan düşünceler, duygular. Kimseyle konuşulmaması, kendinden bile saklaman gereken...
Şimdi bunlar neden geldi aklıma? Zamanı mı? Belki de değil. Fakat farkına yıllar sonra vardığım bir durum var ki o biraz sarsıcı.
Daha çok genç ve başarılı, orta okulda müdürün en çok sevdiği öğrenci, bir yurttaş, bir insan olmama rağmen bu bulunmuş olduğum eylemlerden dolayı işkence edileceğimi, kimsesiz bir sokak köpeğinden daha kötü muamelelere maruz kalabileceğimi, sakat kalabileceğimi, hatta öldürebileceğimi kabul etmiştim. Eğer devrim yapmak gibi bir işe kalkışıp, faşist diktatörlüğü karşıma aldıysam onların da bana ve etrafımdakilere - ailemde dahil- herkese istediklerini yapabileceklerini kabul etmiştim. İstedikleri her şeyi yapabilir, beni yakalayıp işkence ettikten sonra televizyonlarda, gazetelerde teşhir edebilirlerdi ve buna karşı benim tek yapmam gereken direnmekti. Öyle bir cürette bulunduysam bedelini de bana istedikleri gibi ödetebilir ve hak ettiğim muameleye maruz kalabilirdim. Faşist diktatörlüğü karşısına alanın faşizmi yaşamasından daha doğal ne olabilirdi ki...
Tabii ki bu devrimci eylemin içerisinde olan herkes için geçerli olan bir durum. Kaldı ki, yüzlercesinin, binlercesinin nasıl işkence görüp, öldürüldüklerini duyarak, görerek büyüdük ve yaşadık.
Devrimci eylemin nasıl olması gerektiğine karar verenler, bunun karşılığında bazı durumlarda kendileri de dahil olmak üzere neler ödeneceğini, ne olacağını da çok iyi biliyorlardı. Devrim kanla yazılmalıydı.
İnsan duygularının ve bireyin birey olarak önemli olmadığı, sadece toplumsal mücadeleye adanmış bireyin kahraman olduğu, eleştiri -özeleştiri safsatası altında parti- örgüt kimliğinin dayatıldığı, ve ancak ölümlerle açığa çıkan duyguların, yine ölümlerle güç kazanıp serpildiği yerde ona göre mücadale biçimleri var olacak ve her zaman kendisini dayatacaktı.
Selahattin Demirtaş'ın bir seçim konuşmasında halka seslenerek şöyle dediğini hatırlıyorum: Siz yeterince öldünüz, artık yeter, sıra bizde, bırakın da biz ölelim!
Demirtaş biliyordu ki kendisinin yaptıkları karşılığında bedel ödeyecekti, ve ödeteceklerde ama aynı zamanda biliyordu ki onun ödeyeceği bedel hem niceliksel olarak "az" hem de bu "yeni" direniş biçimleri ile ödenecek olan bedellerin şimdiki zamanda ve gelecekte azalmasını sağlanacaktı. Bireylerin, toplumların kendi yaşamlarına, insan haklarına sahip çıkıp insanca yaşamayı direten ve onun karşılığını alacak mücadele yöntemleri geliştirilecekti. Öylece kimse "hak etmediği" zulümle karşı karşıya kalmayacak zalimler öyle kolayca en iğrenç yayın organlarını kullanıp yalanlar söyleyemeyecek, söyleseler bile yanı başında büyüyen, gelişen gerçekliğinde farkındalılığı kabul edilecekti.
Zulüm yapanlar öyle bir köşeye sıkıştırılmalıydı ki, değil yargısız infaz yapmak, her şeyiyle değerli bir insana bir fiske bile atmayacaktı.
Atmamaları gerekiyor, öyle mücadele yöntemleri, direnişler gerekiyor ki insan kendi varlığının farkında, ona, yani kendi varlığına saygıyla hareket edip, insanlık dışı hiçbir muameleyi kabul etmeyen şekillerde varlığına, direnişine devam etsin. Ancak bu şekilde zalimlere geri adımlar attırabilinir, oynadıkları oyunlar boşa çıkarılıp, yıllar boyu zehirlenen toplumlar doğruları görme "şansına" erişir. (Tabii ki varolan kontext yani koşullar belirleyicidir ve direniş biçimlerinin değişmesini koşullar).
Bu demek değil ki zalimler bedel ödetmeyecek, kan kusmayacak. Zaten o yüzden öyle saldırdılar, öyle vahşice bombalar patlattılar. Evrilen ve büyüyecek olan "yeni" mücadele biçimlerinin önüne geçmeleri gerekiyordu. Ne pahasına olursa olsun durdurmaları gerekiyordu.
Şimdilik başardılar...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder