"Süper Aşık"tan sonra son günlerde Damla'nın yeni bir şarkı çalışması içinde olduğu sosyal medya hesaplarında dikkatimi çekiyordu. "Süper Aşık" ile beni 12'den vurmuştu Damla; 70'ler dönemi şarkılarını hissettiren şarkısıyla, görsel havasıyla... Denilebilir ki, sen Indie Pop ve Rock, Pop Caz, Operamsı şeyler seven biri olarak nasıl Türkçe Popu falan sevebilirsin... Ben alt yapısı iyi olan, emek verilen ama en önemlisi samimi bulduğum her şeyi severim. Müzikte de samimiyet çok önemlidir. Bir şeye olumsuz yaklaşmaktansa, içinde varolan güzellikleri yakalamaya çalışan biri olarak, müzikte de önyargısızımdır; beni iyi hissettiren her şeyi sevebilirim, dinleyebilirim; ne kaybedeceğim ki. Damla'yı da çok sıcak, çok samimi bulmuştum. Hatta Naim Dilmener sesi yok diye eleştirmişti. Müzikte ses tabiki de çok önemli ama şarkı söyleyebilecek kadar sesi olanların kendilerini müzikle ifade etmesi kadar güzel bir şey olabilir mi ki Damla'nın sesi beni rahatsız etmesi bir yana, dahası 70'leri yansıtan tınısıyla heyecanlandırmıştı. Yeni şarkısı "Düşün Beni" ile 90'lı yılların havasını estiriyor. Basların güçlü şekilde hissedildiği, darbukanın insanın kanını kaynattığı ritmik şarkı sanki biraz "Of Aman" Nalan, biraz Pınar Aylşn şarkıları lezzetinde olmuş gibi. Bazen klipler şarkıları sevmemize sebep olur, bazen de şarkılar klipsiz daha güzel olur... Ben her iki şekilde de dinledim ve rahatsız edici hiçbir şey bulamadım bu şarkıda; her iki şekilde de sevdim. Damla'dan aslında 10 şarkılık bir albüm beklerim ama albüm yapınca aynı sıcaklık hissedilebilir mi bilmiyorum. Çünkü albüm yapmak bayağı meşakatli bir iş ve her şarkıya aynı oranda emek verilmeyebiliyor. Ticari anlamda da albümlerden bir getiri olmayınca, belki de single günümüzde en mantıklısı. Bence ara ara şarkılar çıkartılıp, sonra bir albümde toplanabilir diye düşünüyorum. "Düşün Beni" dinledikten bir süre sonra sıkılabileceğin bir şarkı olmasının aksine bıkmadan dinlenebilecek bir şarkı; bilgisayarımda defalarca döndü ve her seferinde keyifle dinledim. Türkçe müzik arşivimde severek dineleyebileceğim bir şarkı daha oldu. Başarılar sevgili Damla...
Recep Diyar Oğuz | Blog
Site Ziyaretcileri ; 169
10 Şubat 2016 Çarşamba
Bir devrimci ne düşünür?
Bir devrimci ne düşünür?
On yedi, on sekiz yaşlarında elimde torbalar dolusu örgütün illegal yayın organları, bir mahalleden diğer bir mahalleye yürürken "illegal" olmanın gerekliliklerine göre hareket edip, doğruları yapmaya çalışır, örneğin yolumu uzatır, gecenin yarısı, ya da kavurucu sıcak da olsa bir ara sokaktan diğerine girer, köşe başlarında ya da uygun yerlerde ayakkabımı bağlıyor numarası yapıp sivil polislerin takip edip etmediğini kontrol ederdim.
Randevularıma zamanında varıp, zamanında ayrılmayı ilk orada öğrendim. Öyle bir durum ki daha sonra yıllar geçse de örneğin kız arkadaşlarımdan da hep hangi saatte anlaşılmışsa o saatte orada olmalarını bekledim. Eğer bir buluşma ayarlanmışsa ben de edinilen alışkanlıkla karar verilen saatin dakikasında, saniyesinde buluşma yerinde olup yine başardım diye içten içe övünürken, bundan haberi olmayan hanım efendiler illegalite şartlarına uymayıp, randevularına hep geç geldiler. Bu yüzden çok tartışma yaşamışımdır ama bu konudaki hassaslığımın altında yatan nedenleri kendim de bilmediğim için boşu boşuna bir sürü gerginliklere neden olmuşumdur...
Güvenli diye malzemeleri getiren yoldaşla bir Camide buluşup abdest aldıktan sonra gönül rahatlığıyla komünist propogandası bildirileri sırtlayıp, iman gücüyle bildiriye çıkmadan önceki son duraklarına taşırdım. O yolculukları hiç unutmam. Şimdi bile gözü kapalı tek tek hatırlarım hangi sokak aralarından geçip nerelerde ne kadar terlediğimi, t-shirt'ün altında gizlenmiş dergilerin verdiği hissi, sokakta geçen insanlarla bakışmalarımızı...
Bir insanın yaşadıkları bir diğerinden çok daha ağır olabilir fakat herkesin hayatı kendisine mahsus ve özellikle (basitçe) bu yüzden yaşadıkları kadarıyla belleğini oluşturur, duygular ve bilişsel varlığını yaşar.
Bir devrimci o anlarda ne düşünür? Orak Çekiçli bildirileri, sosyalizm propagandası yapan illegal yayınları taşırken nasıl hisseder?
Devrim? Halkın, işçilerin, öğrencilerin birleşmesi, ayaklanması, zalimlerin yerle bir edilmesi, kızıl bayrakların dalgalanması, kitlelerin en önünde yürüyüp sokakları ele geçirmek? Ne yalan söyleyeyim bunları da hayal etmedim değil. Fakat o anlarda, o bildirileri, dergileri taşırken hep başka şeyler düşündüm. Kimseye itiraf etmediğim şeyler ve kimsenin de itiraf etmesini beklemediğim şeyler. Zaten kimse de sormadı:
"Ya yoldaş o kadar dergi, bildiri taşıyorsun, nasıl hissediyorsun?"
Devrimci adamın duyguları olmaz, devrimci kadın, adam Stalin yoldaş gibi yani çelik gibi olur, eğilip, bükülmez. Devrimci adam / kadın sert olmalıdır, duyguları sadece ölen yoldaşlarına saklar ve tüm hislerinin keskinliğiyle onların ardından, anılarının yolunda yeminler eder...
Hep nasıl yakalanacağımı, nasıl bir köşede 3-4 sivilin üzerime atlayacağını, ya da evimize nasıl baskın yapılacağını, annemin, babamın nasıl tepki verip, korkacağını...En çokta işkenceyi, bana nasıl işkence edeceklerini, elektriği ilk nereye vereceklerini, askıya alıp almayacaklarını, hayalarıma vurup vurmayacaklarını, buza yatırlarsa nasıl nefessiz kalacağımı...
Bir devrimciye yakışmayan düşünceler.
Nasıl direnmem gerektiğini de düşünürdüm, sephanın kenarına ayağım çarptığinda nefesimi kesen ağrıyı, ama aynı zamanda vücudumun, zihnimin işkencede nasıl farklılaşıp bir direnç yığını haline geleceğini, boşu boşuna dışarıdaki yaşamla karşılaştırma yapmamam gerektiğini...Direnemezsem kimsenin yüzüne bakamayacağımı, hayatımın nasıl son bulacağını, hayatımın geri kalan kısmını çözülmüş bir hiç gibi nasıl yaşayamayacağımı...
Direniş kitaplarını okuyup, kendimi hazırlamaya çalışırdım. İbrahim Kaypakkaya'nın yaşamı, dergide yayınlanan direnişin günlüğü, farklı bir örgütten olsa da direnişin destanlarını yazanların kitabı Adressiz Sorgular...
Ama işkence görmekten çok beni rahatsız eden şeyler de vardı. Bir kere bile bir kızı öpemeden, sevişmeden yakalanmak, işkencede, hapiste her şeyi kaybedip, yok olup gitmek. Bir yandan devrim hayalleri bir yandan öpemediğim dudaklar, dokunamadığım göğüsler, birlikte olamayacağım ve belki de hiçbir zaman hissedemiyeceğim ama bunları yaşamak benim de hakkım dediğim duygular. Bir devrimciye yakışmayan düşünceler, duygular. Kimseyle konuşulmaması, kendinden bile saklaman gereken...
Şimdi bunlar neden geldi aklıma? Zamanı mı? Belki de değil. Fakat farkına yıllar sonra vardığım bir durum var ki o biraz sarsıcı.
Daha çok genç ve başarılı, orta okulda müdürün en çok sevdiği öğrenci, bir yurttaş, bir insan olmama rağmen bu bulunmuş olduğum eylemlerden dolayı işkence edileceğimi, kimsesiz bir sokak köpeğinden daha kötü muamelelere maruz kalabileceğimi, sakat kalabileceğimi, hatta öldürebileceğimi kabul etmiştim. Eğer devrim yapmak gibi bir işe kalkışıp, faşist diktatörlüğü karşıma aldıysam onların da bana ve etrafımdakilere - ailemde dahil- herkese istediklerini yapabileceklerini kabul etmiştim. İstedikleri her şeyi yapabilir, beni yakalayıp işkence ettikten sonra televizyonlarda, gazetelerde teşhir edebilirlerdi ve buna karşı benim tek yapmam gereken direnmekti. Öyle bir cürette bulunduysam bedelini de bana istedikleri gibi ödetebilir ve hak ettiğim muameleye maruz kalabilirdim. Faşist diktatörlüğü karşısına alanın faşizmi yaşamasından daha doğal ne olabilirdi ki...
Tabii ki bu devrimci eylemin içerisinde olan herkes için geçerli olan bir durum. Kaldı ki, yüzlercesinin, binlercesinin nasıl işkence görüp, öldürüldüklerini duyarak, görerek büyüdük ve yaşadık.
Devrimci eylemin nasıl olması gerektiğine karar verenler, bunun karşılığında bazı durumlarda kendileri de dahil olmak üzere neler ödeneceğini, ne olacağını da çok iyi biliyorlardı. Devrim kanla yazılmalıydı.
İnsan duygularının ve bireyin birey olarak önemli olmadığı, sadece toplumsal mücadeleye adanmış bireyin kahraman olduğu, eleştiri -özeleştiri safsatası altında parti- örgüt kimliğinin dayatıldığı, ve ancak ölümlerle açığa çıkan duyguların, yine ölümlerle güç kazanıp serpildiği yerde ona göre mücadale biçimleri var olacak ve her zaman kendisini dayatacaktı.
Selahattin Demirtaş'ın bir seçim konuşmasında halka seslenerek şöyle dediğini hatırlıyorum: Siz yeterince öldünüz, artık yeter, sıra bizde, bırakın da biz ölelim!
Demirtaş biliyordu ki kendisinin yaptıkları karşılığında bedel ödeyecekti, ve ödeteceklerde ama aynı zamanda biliyordu ki onun ödeyeceği bedel hem niceliksel olarak "az" hem de bu "yeni" direniş biçimleri ile ödenecek olan bedellerin şimdiki zamanda ve gelecekte azalmasını sağlanacaktı. Bireylerin, toplumların kendi yaşamlarına, insan haklarına sahip çıkıp insanca yaşamayı direten ve onun karşılığını alacak mücadele yöntemleri geliştirilecekti. Öylece kimse "hak etmediği" zulümle karşı karşıya kalmayacak zalimler öyle kolayca en iğrenç yayın organlarını kullanıp yalanlar söyleyemeyecek, söyleseler bile yanı başında büyüyen, gelişen gerçekliğinde farkındalılığı kabul edilecekti.
Zulüm yapanlar öyle bir köşeye sıkıştırılmalıydı ki, değil yargısız infaz yapmak, her şeyiyle değerli bir insana bir fiske bile atmayacaktı.
Atmamaları gerekiyor, öyle mücadele yöntemleri, direnişler gerekiyor ki insan kendi varlığının farkında, ona, yani kendi varlığına saygıyla hareket edip, insanlık dışı hiçbir muameleyi kabul etmeyen şekillerde varlığına, direnişine devam etsin. Ancak bu şekilde zalimlere geri adımlar attırabilinir, oynadıkları oyunlar boşa çıkarılıp, yıllar boyu zehirlenen toplumlar doğruları görme "şansına" erişir. (Tabii ki varolan kontext yani koşullar belirleyicidir ve direniş biçimlerinin değişmesini koşullar).
Bu demek değil ki zalimler bedel ödetmeyecek, kan kusmayacak. Zaten o yüzden öyle saldırdılar, öyle vahşice bombalar patlattılar. Evrilen ve büyüyecek olan "yeni" mücadele biçimlerinin önüne geçmeleri gerekiyordu. Ne pahasına olursa olsun durdurmaları gerekiyordu.
Şimdilik başardılar...
On yedi, on sekiz yaşlarında elimde torbalar dolusu örgütün illegal yayın organları, bir mahalleden diğer bir mahalleye yürürken "illegal" olmanın gerekliliklerine göre hareket edip, doğruları yapmaya çalışır, örneğin yolumu uzatır, gecenin yarısı, ya da kavurucu sıcak da olsa bir ara sokaktan diğerine girer, köşe başlarında ya da uygun yerlerde ayakkabımı bağlıyor numarası yapıp sivil polislerin takip edip etmediğini kontrol ederdim.
Randevularıma zamanında varıp, zamanında ayrılmayı ilk orada öğrendim. Öyle bir durum ki daha sonra yıllar geçse de örneğin kız arkadaşlarımdan da hep hangi saatte anlaşılmışsa o saatte orada olmalarını bekledim. Eğer bir buluşma ayarlanmışsa ben de edinilen alışkanlıkla karar verilen saatin dakikasında, saniyesinde buluşma yerinde olup yine başardım diye içten içe övünürken, bundan haberi olmayan hanım efendiler illegalite şartlarına uymayıp, randevularına hep geç geldiler. Bu yüzden çok tartışma yaşamışımdır ama bu konudaki hassaslığımın altında yatan nedenleri kendim de bilmediğim için boşu boşuna bir sürü gerginliklere neden olmuşumdur...
Güvenli diye malzemeleri getiren yoldaşla bir Camide buluşup abdest aldıktan sonra gönül rahatlığıyla komünist propogandası bildirileri sırtlayıp, iman gücüyle bildiriye çıkmadan önceki son duraklarına taşırdım. O yolculukları hiç unutmam. Şimdi bile gözü kapalı tek tek hatırlarım hangi sokak aralarından geçip nerelerde ne kadar terlediğimi, t-shirt'ün altında gizlenmiş dergilerin verdiği hissi, sokakta geçen insanlarla bakışmalarımızı...
Bir insanın yaşadıkları bir diğerinden çok daha ağır olabilir fakat herkesin hayatı kendisine mahsus ve özellikle (basitçe) bu yüzden yaşadıkları kadarıyla belleğini oluşturur, duygular ve bilişsel varlığını yaşar.
Bir devrimci o anlarda ne düşünür? Orak Çekiçli bildirileri, sosyalizm propagandası yapan illegal yayınları taşırken nasıl hisseder?
Devrim? Halkın, işçilerin, öğrencilerin birleşmesi, ayaklanması, zalimlerin yerle bir edilmesi, kızıl bayrakların dalgalanması, kitlelerin en önünde yürüyüp sokakları ele geçirmek? Ne yalan söyleyeyim bunları da hayal etmedim değil. Fakat o anlarda, o bildirileri, dergileri taşırken hep başka şeyler düşündüm. Kimseye itiraf etmediğim şeyler ve kimsenin de itiraf etmesini beklemediğim şeyler. Zaten kimse de sormadı:
"Ya yoldaş o kadar dergi, bildiri taşıyorsun, nasıl hissediyorsun?"
Devrimci adamın duyguları olmaz, devrimci kadın, adam Stalin yoldaş gibi yani çelik gibi olur, eğilip, bükülmez. Devrimci adam / kadın sert olmalıdır, duyguları sadece ölen yoldaşlarına saklar ve tüm hislerinin keskinliğiyle onların ardından, anılarının yolunda yeminler eder...
Hep nasıl yakalanacağımı, nasıl bir köşede 3-4 sivilin üzerime atlayacağını, ya da evimize nasıl baskın yapılacağını, annemin, babamın nasıl tepki verip, korkacağını...En çokta işkenceyi, bana nasıl işkence edeceklerini, elektriği ilk nereye vereceklerini, askıya alıp almayacaklarını, hayalarıma vurup vurmayacaklarını, buza yatırlarsa nasıl nefessiz kalacağımı...
Bir devrimciye yakışmayan düşünceler.
Nasıl direnmem gerektiğini de düşünürdüm, sephanın kenarına ayağım çarptığinda nefesimi kesen ağrıyı, ama aynı zamanda vücudumun, zihnimin işkencede nasıl farklılaşıp bir direnç yığını haline geleceğini, boşu boşuna dışarıdaki yaşamla karşılaştırma yapmamam gerektiğini...Direnemezsem kimsenin yüzüne bakamayacağımı, hayatımın nasıl son bulacağını, hayatımın geri kalan kısmını çözülmüş bir hiç gibi nasıl yaşayamayacağımı...
Direniş kitaplarını okuyup, kendimi hazırlamaya çalışırdım. İbrahim Kaypakkaya'nın yaşamı, dergide yayınlanan direnişin günlüğü, farklı bir örgütten olsa da direnişin destanlarını yazanların kitabı Adressiz Sorgular...
Ama işkence görmekten çok beni rahatsız eden şeyler de vardı. Bir kere bile bir kızı öpemeden, sevişmeden yakalanmak, işkencede, hapiste her şeyi kaybedip, yok olup gitmek. Bir yandan devrim hayalleri bir yandan öpemediğim dudaklar, dokunamadığım göğüsler, birlikte olamayacağım ve belki de hiçbir zaman hissedemiyeceğim ama bunları yaşamak benim de hakkım dediğim duygular. Bir devrimciye yakışmayan düşünceler, duygular. Kimseyle konuşulmaması, kendinden bile saklaman gereken...
Şimdi bunlar neden geldi aklıma? Zamanı mı? Belki de değil. Fakat farkına yıllar sonra vardığım bir durum var ki o biraz sarsıcı.
Daha çok genç ve başarılı, orta okulda müdürün en çok sevdiği öğrenci, bir yurttaş, bir insan olmama rağmen bu bulunmuş olduğum eylemlerden dolayı işkence edileceğimi, kimsesiz bir sokak köpeğinden daha kötü muamelelere maruz kalabileceğimi, sakat kalabileceğimi, hatta öldürebileceğimi kabul etmiştim. Eğer devrim yapmak gibi bir işe kalkışıp, faşist diktatörlüğü karşıma aldıysam onların da bana ve etrafımdakilere - ailemde dahil- herkese istediklerini yapabileceklerini kabul etmiştim. İstedikleri her şeyi yapabilir, beni yakalayıp işkence ettikten sonra televizyonlarda, gazetelerde teşhir edebilirlerdi ve buna karşı benim tek yapmam gereken direnmekti. Öyle bir cürette bulunduysam bedelini de bana istedikleri gibi ödetebilir ve hak ettiğim muameleye maruz kalabilirdim. Faşist diktatörlüğü karşısına alanın faşizmi yaşamasından daha doğal ne olabilirdi ki...
Tabii ki bu devrimci eylemin içerisinde olan herkes için geçerli olan bir durum. Kaldı ki, yüzlercesinin, binlercesinin nasıl işkence görüp, öldürüldüklerini duyarak, görerek büyüdük ve yaşadık.
Devrimci eylemin nasıl olması gerektiğine karar verenler, bunun karşılığında bazı durumlarda kendileri de dahil olmak üzere neler ödeneceğini, ne olacağını da çok iyi biliyorlardı. Devrim kanla yazılmalıydı.
İnsan duygularının ve bireyin birey olarak önemli olmadığı, sadece toplumsal mücadeleye adanmış bireyin kahraman olduğu, eleştiri -özeleştiri safsatası altında parti- örgüt kimliğinin dayatıldığı, ve ancak ölümlerle açığa çıkan duyguların, yine ölümlerle güç kazanıp serpildiği yerde ona göre mücadale biçimleri var olacak ve her zaman kendisini dayatacaktı.
Selahattin Demirtaş'ın bir seçim konuşmasında halka seslenerek şöyle dediğini hatırlıyorum: Siz yeterince öldünüz, artık yeter, sıra bizde, bırakın da biz ölelim!
Demirtaş biliyordu ki kendisinin yaptıkları karşılığında bedel ödeyecekti, ve ödeteceklerde ama aynı zamanda biliyordu ki onun ödeyeceği bedel hem niceliksel olarak "az" hem de bu "yeni" direniş biçimleri ile ödenecek olan bedellerin şimdiki zamanda ve gelecekte azalmasını sağlanacaktı. Bireylerin, toplumların kendi yaşamlarına, insan haklarına sahip çıkıp insanca yaşamayı direten ve onun karşılığını alacak mücadele yöntemleri geliştirilecekti. Öylece kimse "hak etmediği" zulümle karşı karşıya kalmayacak zalimler öyle kolayca en iğrenç yayın organlarını kullanıp yalanlar söyleyemeyecek, söyleseler bile yanı başında büyüyen, gelişen gerçekliğinde farkındalılığı kabul edilecekti.
Zulüm yapanlar öyle bir köşeye sıkıştırılmalıydı ki, değil yargısız infaz yapmak, her şeyiyle değerli bir insana bir fiske bile atmayacaktı.
Atmamaları gerekiyor, öyle mücadele yöntemleri, direnişler gerekiyor ki insan kendi varlığının farkında, ona, yani kendi varlığına saygıyla hareket edip, insanlık dışı hiçbir muameleyi kabul etmeyen şekillerde varlığına, direnişine devam etsin. Ancak bu şekilde zalimlere geri adımlar attırabilinir, oynadıkları oyunlar boşa çıkarılıp, yıllar boyu zehirlenen toplumlar doğruları görme "şansına" erişir. (Tabii ki varolan kontext yani koşullar belirleyicidir ve direniş biçimlerinin değişmesini koşullar).
Bu demek değil ki zalimler bedel ödetmeyecek, kan kusmayacak. Zaten o yüzden öyle saldırdılar, öyle vahşice bombalar patlattılar. Evrilen ve büyüyecek olan "yeni" mücadele biçimlerinin önüne geçmeleri gerekiyordu. Ne pahasına olursa olsun durdurmaları gerekiyordu.
Şimdilik başardılar...
Püf!
"Atatürk portresini duvardan kim indirdi?" goy goyu, kuyuya taşı kimin attığı hakkında bin türlü varsayımda bulunduğumuz o taşı kuyudan bir türlü çıkartamadı değil mi?
Önce taşı kimin attığında mutabık kalınamadı. Bir anda her CHP'li vekil girdi ihtimaller listesine. İhtimal ki herkes birbirine şüpheyle yaklaştı.
"Acaba o bu mu, yoksa bu o mu?"
Taşın atılıp atılmadığı ile ilgili ise ayrı tartışmalar yapıldı. Gündem gündem üzerine yaratıldı.
Bu dedikoduların kaynağı gösterilen ve CHP Parti Meclisi tarafından ihraç istemiyle disipline sevk edilen CHP Ankara Milletvekili Aylin Nazlıaka nihayet dile geldi ve olayın aslını astarını açık seçik anlattı.
Şimdiye kadar suskunluğunu koruyan Aylin Nazlıaka; "İki ay kadar önce Meclis'te üç milletvekiliyle özel bir sohbet sırasında, teorik bir tartışmanın örneği olarak bir milletvekili arkadaşımın odasından Atatürk resmini kaldırdığını söyledim. Üç dakika süren bu konuşma esnasında bu kişinin bunu Atatürk düşmanlığıyla yaptığını asla ifade etmedim. İma bile etmedim. Bilakis; konu abartılarak basına taşındıktan sonra, her fırsatta kendisine böyle bir şey atfedilemeyeceğini söyledim. Özel bir sohbet sırasında ifade edilen ve aile içinde kalması gereken bu konuşma, maalesef oradaki bir milletvekilimiz tarafından etik dışı bir biçimde basına taşınmıştır." diyerek, bu sefer de "Dedikoducu milletvekili kim acaba?" sorusunu getirdi akıllara.
Nazlıaka konuşmasının devamında, "Necati Yılmaz'ın odasında sigara içildiği için camı açmak için ayağa kalktım. O sırada duvara baktım. Meclis'teki odalarımızda Atatürk'ün, parti amblemimizin ve Kemal Kılıçdaroğlu'nun resimleri bulunmaktadır. Duvarda bu üç resimden Atatürk resminin olmadığını gördüm. Kendisine o resmi niye kaldırdığını sordum. Dışarı astığını söyledi" dedi.
Nazlıaka bu sözleriyle farkında olmadan bir tartışmayı daha "asist" etti.
"Aa, Necati Yılmaz'ın odasında sigara mı içiliyormuş? Yaz kızım, kapalı alanda sigara içmekten....."
Kaş yaparken göz çıkarmak da girdi işin içine bakar mısınız?
Aylin Hanım sussa bir türlü, konuşsa bir türlü...
Komedi filmlerindeki gibi, omuzunda uzun bir tahta ile yürüyen ve sağa sola döndükçe çevresindekileri teker teker deviren bir inşaat ustasına benziyor bu haliyle.
Aman dikkat Aylin Hanım!
Tahtayı yavaşça bırakın siz yere, arkadaşlar götürürler nereye istiyorsanız...
****
Olayın başlayışı ile bu kıvama gelişi arasında geçen her şeye bakıyorum da; deveyi pire, pireyi de deve yapmakta üstümüze yok diyorum.
Memlekette konuşulması gerekenler konuşulmuyor, yazılması gerekenler yazılmıyor, yapılması gerekenler yapılmıyor, nerede var "dedi", nerede var "kodu", ver coşkuyu, ver coşkuyu!
Sonuç?
Abesle iştigal...
Abesle iştigal...
Şimdi biz; vaktimizin çalındığına mı yanalım, enerjimizin bomboş olaylarla tüketilip, dikkatimizin olmayacak mecralara kaydırıldığına mı yanalım ne yapalım?
Önce bir eğri oturup doğru konuşalım, yaygaracı ve dedikoducu bir üslup ile haber yapan "basın" başta olmak üzere hepimizde var suç.
Heyecana kapılıp galeyana gelmekte üstümüze yok.
Böyle bir özelliğimiz olduğunu bilenlerin de yumuşak karnımıza çalışmaları kaçınılmaz...
Heyecana kapılıp galeyana gelmekte üstümüze yok.
Böyle bir özelliğimiz olduğunu bilenlerin de yumuşak karnımıza çalışmaları kaçınılmaz...
Biz de tuzağa düşerek her söyleneni köpürttükçe köpürtüyor, sonra da köpük deryası içinde gerçekleri göremiyoruz.
Köpük dediğin "onyüzbin" baloncuk.
Üflersin patlar.
Az kaldı, "Atatürk portresini çöpe attılar" haberi de tümden patlayacak sonunda.
Ama bakalım kimin başına patlayacak?
Köpük dediğin "onyüzbin" baloncuk.
Üflersin patlar.
Az kaldı, "Atatürk portresini çöpe attılar" haberi de tümden patlayacak sonunda.
Ama bakalım kimin başına patlayacak?
Sabah namazına kalkmaya üşeniyor musun?
İnsan ne kadar da bencil, ne kadar da egoist. Kendi nefsi uğruna kendini bu kadar aşağı çeken, sefilleştiren başka bir varlık yok aslında. Çünkü tüm kainat Allah'a secde ediyor, hepsi hiç durmaksızın Allah'ı tesbih ediyor. Ama bakıyorsunuz milyonlarca insan cahilce, düşüncesizce, uyuşmuşçasına Allah'tan yüz çeviriyor.
İnsana baktığımızda müthiş rahatına düşkün, en ufak bir sıkıntıda yaygarayı basan bir varlıkla karşılaşıyoruz. Samimiyetsizliği başına toptan bela oluyor. Mesela "sabah namazına kalk" diyorsun, sıcacık uykusunu bölmek istemiyor. Ama ne hikmetse Allah'tan hiç durmaksızın istemekten hiç bıkmıyor. Allah ona ev versin istiyor, sürekli yedirsin, içirsin istiyor, güzel bir eş ve çocuklar versin istiyor, para, mal, mülk, güzel kıyafetler, mücevherler istiyor. Bu yüzbinlerce isteği ömür boyu hiç ama hiç bitmiyor. Bütün bunları sınırsızca tüketirken "sabah namaza kalk" dediğinde üşenip sırtını çevirip uyumaya devam ediyor. Aynı adama "her sabah namaza kalktığında sana 10000 TL vereceğiz, direk namazdan sonra eline sayacağız" desen bakın bakalım ne olur? Aynı insan hiç düşünmeden, hiç üşenmeden fırlayarak namaza kalkar, koşa koşa gidip abdest alır ve namazını kılar. Şimdi bu insan kendi samimiyetsizliğine kendisi şahit değil midir? Allah'ın huzurunda durduğunda bu samimiyetsizliğin anlaşılmayacağını düşünecek kadar aptal mıdır?
Sabah namaza aşkla kalkar mümin. Allah bize sürekli nefes veriyor, bize her sabah can veriyor. Sürekli kalbimizi çalıştırıyor, bize can veriyor. Sayısız nimeti önümüze seriyor. Allah bir anda canımızı alabilir ve bizi ölümle tanıştırabilir. Eğer insan tek bir namazı Allah'a çok görürse o zaman nankörler güruhuna katılmış olur. Ve öldüğünde de hiç ummadığı bir karşılık bulabilir. Bu yüzden namaz ibadetini çok önemseyin. Allah'ın sinelerde olanı çok iyi bildiğinden daha yaşarken haberdar olun.
Gerçek şu ki, münafıklar (sözde), Allah'ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman, isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı ancak çok az anarlar. (Nisa Suresi, 142)
Sabır ve namazla yardım dileyin. Bu, şüphesiz, huşû duyanların dışındakiler için ağır (bir yük)dır. (Bakara Suresi, 45)
Kahire İstasyonu (1958) film değerlendirmesi
Youssef Chahin'in 1958 yapımı "Bab El Hadid" (Kahire İstasyonu) isimli filmi, genelde Ortadoğu, özelde ise Mısır'ın fotoğrafını çekmektedir. Bu fotoğrafın stüdyosu başkent Kahire'nin en canlı, çelişik ve kozmopolit yeri olan Kahire İstasyonu'dur. Zira bu istasyon modernleşme, batılılaşma, merkezileşme, geleneksellik, şehre göç, devlet-birey ilişkisi, devlet-piyasa aktörleri ilişkisi ve erkek-kadın ilişkisi gibi fenomenleri gözler önüne seren şehrin belki de tek mekanıydı. Mekanın şahit olduğu bu karmaşa aslında farklı zamanları yaşayan insanların mimarisiydi: Feminist kadınlar ve peçesi yüzüne kapatılan kadınlar; tekeller ve seyyar satıcılar; gençler ve yaşlılar; yabancılar ve yerliler; dans eden şehirliler ve onları lanetleyen taşralılar.
İstasyonda gazete satan Madbouli bir öğlen namazı sonrası Qinawi adında, köyden Kahire'ye göç etmiş, suskun ve işsiz birine rastlar. Modbouli sakat olduğu için acıdığı, kimsesi olmayan bu genç adama sahip çıkarak ona iş ve kalacak yer temin eder. Fiziksel özrünün yanı sıra bir tahtası da eksik olan Qinawi kadınlara karşı takıntılıdır. Gördüğü güzel kadınların etkisinden kolay kolay kurtulamamakta, kulübesinin duvarlarını sattığı gazetelerden kestiği kadın fotoğraflarıyla kaplamakta; bu fotoğrafları uzun uzun, dikkatlice seyretmektedir. Lakin onca kadın arasından bir tanesi vardı ki, onun karşısında yarım kalan aklını da yitirebilirdi: Hannuma. İstasyon zabıtalarından gizlice yolculara meşrubat satan, cilveli ve delidolu bir kadın olan Hannuma Qinawi ile sık sık alay eder, onun aşkını kendisine adeta bir hakaret görürdü. Qinawi ona takıntılı mıdır yoksa ona sınırları zorlayacak kadar aşık mıdır anlamak kolay değildir. Şu var ki, ister takıntılı ister tutkulu bir aşık olsun, çoğu insan gibi Qinawi de şansını sonuna kadar zorlayacaktı; ancak Hannuma'nın aşkıyla kararan gözü, 'ya benimsin ya kara toprağın' diyerek sonunda Hannuma'yı öldürmeye teşebbüse kadar gidecektir.
Hannuma'nın cazibesine kapılan diğer bir isim ise Abu Serih'tir. Abu Serih İstasyonda hamal olarak çalışmakta ve Hannuma ile evlenmek için para biriktirmektedir; belki biraz da bunun etkisiyle hamallık işlerini tekelinde tutan Mansour'a tabi olup ona pay vermek istememektedir. Kendisini ve ona destek çıkan işçileri güvenceye kavuşturmak isteyen Abu Serih, hükümet delegeleri gelene kadar bulacağı 50 kişinin desteğiyle sendika kurarak Mansour, Abu Gamal ve Gadallah'ın istasyon çevresinde kurduğu tekel piyasasına karşı örgütlenmeye çalışacaktır. İstasyondaki tekel sahipleri ise hem devlet desteği hem de kendi iç dayanışmalarıyla Abu Serih'in başını çektiği bu hareketi başlamadan bitirmenin derdindedir.
Filmin olay örgüsü 1950'lerde Mısır'da var olan devlet-birey ilişkisini açıkça gözler önüne sermektedir. Bu ilişkinin ilk göze çarpan özelliklerinden biri bireylerin devlet karşısında oldukça zayıf bir karaktere sahip olmasıdır. Bu durum şüphesiz Mısır'ın tarihi ve güncel gelişmeleri ışığında anlaşılabilir. Antik Mısır'dan Osmanlı İmparatorluğu idaresine, İngiliz egemenliğinden Mısır Krallığı'na kadar Mısır'ın sahip olduğu bütün devlet formlarında devlet bireylerin omuzlarında yükselen, onlara hiçbir borcu olmayan, adaleti lütfedip hayatlarını bahşeden ve ürettiği artı-değere sorgusuz sualsiz el koyabilen bir aygıt olarak karşımıza çıkmaktadır. Ortadoğu ülkelerinin ve özellikle Mısır'ın 19.yy'da ve 20.yy'ın ilk yarısında (geçirdiği modernleşme sürecinde) devletin geliştirdiği iktidar teknolojilerini nasıl bireylerin ve toplumsal yaşamın dizaynı için kullandığını görmek birey-devlet ilişkilerini anlamak için elzemdir. Bu tarihsel mirasın yanında, filmin yapıldığı tarihten kısa bir süre önce yaşanan siyasal gelişmeler de devletin birey aleyhine sahip olduğu iktidarı pekiştiriyordu. Arap milliyetçiliğinin İsrail ve İngiliz karşıtlığı (genel olarak Batı diyebiliriz) üzerinden kristalize olduğu İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde hem 1.Arap-İsrail Savaşı hem de İngilizlerin İsmailiyye işgali nedeniyle Mısır'da siyasal istikrarsızlık egemen olmuştu. 1952'de Arap milliyetçiliğinin en güçlü kişiliği olan Cemal Abdülnasır'ın da içinde bulunduğu Hür Subaylar Hareketi yönetime el koyarak istikrarsızlığa son vermiştir. Bu tarihten itibaren Mısır'da asker kökenli elitler siyaseti, toplumu ve ekonomiyi tanzim etmişlerdir. Abdülnasır milliyetçi ve sosyalist politikalarıyla, devirdiği Kavalalı Hanedanlığı'nın kat ettiği modernleşme ve merkezileşme yolunu hızına ivme katarak çok ileri noktalara gitmiştir; siyasette otoriterleşme ve bürokratikleşme, toplumsal örgütlenmede kolektivist ve organik, ve ekonomide ise devletleştirme ve millileştirme anlayışını hakim kılmıştır.[1] Devletin tüm bu alanlardaki hakimiyeti ve etkisi Kahire İstasyonu'nda açıkça görülebilmektedir. Filmde kendisini hükümet delegeleri ve zabıta olarak gösteren devlet birey karşısında karşı konulamaz ve sorgulanamaz bir güce sahiptir. İstediğine imtiyaz sunmakta, istediğine hak lütfetmektedir. Devlet karşısındaki acziyetlerinde eşitlenen bireyler, ancak diğer bireylerle kıyaslandığında birbiriyle farklılaşabilmekte; bu farklılık ise büyük ölçüde bu bireylerin hangisinin devletin neresinde pozisyon aldığına göre değişmektedir. Yani Mansour ya da Abu Gaber gibi "güçlü" olan bireyler ise salt birey olmalarından değil; devletin sunduğu tekel fırsatlarına sahip olmalarından dolayı güçlüdür. İstasyonda adeta devlete vekalet eden bu imtiyazlılar, diğer bireylerle olan ilişkilerinde bazı "devletsi" özellikler yansıtmaktadır. Bu imtiyazlı bireyler doğruyu ve yanlışı gösteren, ceza ve ödül veren aktörler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tarz "güçlü bireyler", tekrar belirtecek olursak, devleti sınırlandıran bir güç ortaya koyamamaktadır. Zira gücün kaynağı bizzat devlettir.
Devlet-birey ilişkisine dair değinmemiz gereken bir konu da, birbiriyle çatışan çıkarların peşinde koşan istasyon sakinlerinin aslında sahip olduğu devlet tahayyüllerinin ve sorunlarına çözüm arama merciilerinin günün sonunda ortak bir zeminde buluşmasıdır. Bir yanda tekellere sahip olanlar devlet ve onun zor aracı olan zabıta aracılığıyla kendilerini garanti altına alırken; diğer yanda, herhangi bir imtiyaza sahip olmayanlar yine "devletin sunduğu" sendika imkanı ile kendilerini garanti altına almaya çalışmaktadır. Bir başka deyişle, "devletin değerleri ve kaynakları dağıtması" durumunun kendisi çatışan taraflarca yadsınmamış, yani devletin fonksiyonuna ilişkin bir sorgulama ortaya konmamıştır. Aksine, kimin ne kadar alacağı sorusu etrafında düğümlenen bir çatışma söz konusudur. Nitekim Abu Serih kaynakların devlet tarafından (imtiyazlı kişilere) asimetrik biçimde dağıtılmasına karşı haklı bir isyan içindedir: "Dişimizi tırnağımıza takıyoruz. Kaymağı bir kişi yiyor: Abu Gaber!"
İstasyondaki devlet-dışı aktörlerin kendi aralarında kurdukları ilişkilerin oynaklığı ve güvenilmezliği Ortadoğu'da devletler-arası ilişkilerin izdüşümü olarak da düşünülebilir. Devlet-dışı aktörlerin adeta bir "doğa halinde" yaşıyormuşçasına birbiriyle mücadele içinde olduğu, kısa süreli ittifaklar kurduğu ve anlık çıkarı için kurdukları ittifakları bozduğu, şartlara bağlı olarak güç dengelemesi[2] ya da güçlünün peşine takılma[3] (bandwagoning) taktiği izlediği, tuzaklar tezgahladığı[4], hasımlarını en zayıf yerlerinden vurduğu[5], diğerlerine olan güven duygusunu tamamen yitirdiği ya da safça inandığı[6] açık bir biçimde görülmektedir. Bu durumun hem sonucu hem de nedeni olarak devlet-dışı aktörler belirsiz ve tehlikeli bir gelecek ile karşı karşıya kalmaktadır. Bireyler bu "istasyon hali"nden ancak ve ancak kendilerini güçlü bir devletin şefkatli kollarına bırakarak kurtulabilirlerdi; zira devletin tamamen dışında olan ve güven veren herhangi bir aktör ya da kurum bulunmamaktadır: "Sendika (devlet)[7] herkes için adam gibi bir yaşam sağlıyor. Geçen hafta Rizq ayağını kırdı. Şu an beş parasız. Shaheen altı haftadır hasta ve kimsenin umrunda değil. Peki, Abbas nasıl çalışacak? Sadece sendika (devlet)[8] bizi koruyabilir ve işlerimizi güvence altına alabilir."
Film yalnızca istasyon etrafındaki çatışmaları değil, aynı zamanda o dönemde Mısır toplumunda var olan çelişkileri yansıttığı için de dikkate değerdir. 1950'li yıllar post-kolonyal dönemde gelenek ile modernlik[9], Doğu ile Batı[10], taşra ile şehir[11] ve dindarlık ile sekülerlik arasında yaşanan çelişkinin ivme kazandığı yıllardı. Kadın hareketleri belki de bu çelişkilerin her birini en derinden yaşayan gruplardı.
Nasır döneminde kadınlar birçok hak elde etseler de (seçme ve seçilme hakkı gibi), bu yıllarda politik aktivizmin sıkı denetimi ve otonom örgütlenmelerin yasaklanması sonucu feminist örgütler bu yıllarda ivme kaybetmişlerdi. Nasır kadın meselesini de monopolize ederek bunu bir sosyal devlet sorunu olarak formüle etmek istemişti.[12] Bir başka deyişle, devlet tıpkı işçi örgütlenmelerinde olduğu gibi kadın örgütlenmelerinde de kendisine meydan okuyabilecek herhangi bir toplumsallığa alan tanımak istememiştir. Mervat Hatem'in tanımladığı üzere bu bir "devlet feminizmi"[13] idi. Böylelikle bireysellik ve toplumsallık bir alanda daha devlet adına ortadan kalkmıştır. Tüm bu devlet hakimiyetine rağmen, Nasır iktidarının ilk yıllarına denk gelen filmin çekildiği 1958'de feministlerin evlilik karşıtı gösterilerini polis müdahalesi olmaksızın gerçekleştirebildiğini görüyoruz.
Yukarıda belirttiğimiz gibi filmde kadınların toplumsal konumu çelişki arz etmektedir. Kimi kadınlar modern heyecanlar eşliğinde bireyselleşirken kimi kadınlar geleneksel erkek egemenliğin pençesinde kıvranmaktadır. Bu çelişki pratik bir uyuşum içindedir. Örneğin; suçsuz olduğu halde Qinawi ile girdiği yersiz göz münasebetinden ötürü suçlu bulunan ve hemen peçesi yüzüne kapatılan kadının maruz kaldığı muamele ile; kendilerinden açık açık hicap duyan onca erkeğin yanı başında kısa elbiseleri ile dans eden, evlilik karşıtı örgütler kuran ve eylemler düzenleyen modern kadınların sahip olduğu özgüven. Youssef Chahin bu tür zıtlıkları aynı sahnede görüntüleyerek, çelişen Ortadoğu geleneği ile Batı modernliğinin Mısır'ın modernleşme sürecinde nasıl birbiriyle çatıştığını, ara-tipler ortaya çıkardığını ve toplumsal yarılmalara neden olduğunu açık biçimde gözler önüne sermektedir. Bu noktada, bir kere daha, Mısır'daki mevzubahis toplumsal yarılmayı, çelişkiyi ve çatışmayı minyatürize etmek üzere yapılan mekan tercihinin (Kahire İstasyonu) ne kadar da isabetli olduğunu belirtmek gerekir.
İzdivaçlanalım mı, yoksa izdivaçlanmayalım mı?
Bir zamanlar şiddeti, geçimsizliği öne çıkartan, egoları uyandıran ve aynı zamanda mahremiyet alanını hiçe sayarak ahlaki yozlaşmaya hizmet eden Biri Bizi Gözetliyor gibi yarışmalar çok izlenirdi.
Stratejileri asabiyetlik olan bu yapımlardaki adayların amacı popüler olabilmek ve aynı zamanda hedefteki büyük ikramiyeyi kazanmaktı. Bunun içinise her türlü yol ve yöntemi kullanıyorlardı. Yarışma sonuçlarına bakınca kazananların kavgacı ve tutarsız kişiliklere sahip bireyler olduklarını görürüz.
Günümüzde bu tarz yarışmalar ülkemizde bayatlamış gibi gözükse de başka isimler altında yayınlanmaya devam ediyor. Bunlardan biri de televizyon sahibi, aynı zamanda sunucu ve yapımcı Acun Ilıcalı'nın Survivor'ı. Aslına bakılırsa batı yakasında değişen pek bir şey yok, yani mantalite hep aynı. Çünkü her iki zaman yapımları ikili ilişkilerde çatışmayı ve başkalarını halt edip, dize getirmeyi kazanmanın koşulu olarak izleyicisine sunuyor.
Dolu dizgin izlenmeye devam eden bu tür yarışmalara son yıllarda bir de İzdivaç adı altında yapımlar eklendi. Bunların formatı ise insanların ekran karşısında birbirlerine flört etmek suretiyle evlenme isteğinde bulunmaları. Her türlü çirkefliğin boy boy erkanları kapladığı bu tarz yapımlar ne yazık ki çoluk çocuk demeden televizyonun en çok izlendiği saatlerde yayınlanmakta.
Bu tür programlarda psikoterapist olarak görev yapan ve bugün istifa ettiği internete haber olarak düşen Lütfü Kaan Özdemir, Nokta Dergisinden Armağan Çağlayan'a verdiği röportajda "20 yaşında oraya çıkan 5 ayrı kişinin farklı farklı motivasyonu vardır. Kimi meşhur olmak için çıkar. Zaten kimileri gerçekten evlenmek niyetiyle, kimileri meşhur olmak niyetiyle çıkıyor. Orada bir kameranın çektiği var, bir de set ekibinin yaptıkları var. Orada "cast" tan (oyuncu ajanslarından) gelenler var, reyting için yapılan 'ekstra faaliyetler' var." diyor.
İlginç olan ise sayın psikologun röportaj verdiği kişinin bir zamanların Pop Star yarışmalarının meşhur jürilerinden Armağan Çağlayan olması!
Yani tencere yuvarlanır kapağını bulur misali, sayın psikoterapistimiz durumunu izah için o kadar gazeteci arasından kendine en yakınını seçmiş!
Peki, evlenecek adaylar için ne demiş bir bakalım:
"Çoğunluk itibariyle cahil kişiler açıkçası. Yapımcı ve yönetici dolaylı olarak aslında şunu vaat ediyor: 'Seni meşhur edeceğim'. Yani muhtemelen bunu konuşmuyorlar 'seni meşhur edeceğim' diye, ama meşhur olduktan sonra insanlara bir rol biçiliyor. 10 bin metreye çıkartıp bırakıyor seni"
Biz de vay be diyoruz!
Sayın psikologumuz hem bunca yıl ekmeğini yediği programlara ve hem de bu programların lokomatifi olan adaylara bayağı bayağı ithamlarda bulunuyor. Yani bunca yıl insanlara umut tüccarlığı yapan, aynı zamanda zihinleri bulandırıp belki de izlendikçe aile içi şiddetin artmasına, boşanmalara neden olan, çocukların gelişimini olumsuz etkileyen, aynı zamanda ahlaki olmayan tutum ve davranışları meşrulaştıran bu tarz yapımlara istifasından sonra çok ağır eleştirilerde bulunuyor.
İnsanın aklına bunca zaman neredeydiniz, bilmiyor muydunuz? sorusu geliyor!
Mesela başka bir yerde de diyor ki:
"Çin atasözü var ya; İnsan ne yerse odur. O her şey için geçerli. İnsan ne yerse odur, insan ne izlerse odur. Dataları oradan aldığımız için her türlü bilgimiz görgümüz ahlakımız o programlara göre şekillenir. Böyle bir araştırma yapılsa, izin verilmez ama beş yaşındaki çocukları alıp evlenme programlarını izletseniz, 10 yıl sonra çok abuk sabuk çocuklar bulursunuz."
Açıkça bunlar müthiş tespitler. Aynı soruları sayın Çağlayan'a, Ilıca'ya ve daha bir çok bu tarz program yapımcısına veya sunucusuna sorsanız verecekleri yanıt aşağı yukarı bu şekilde olacaktır. Diyecekler ki, "rol model bu yarışmacılar, biz ekiyoruz, toplum biçiyor" Aynen öyle. Onlar ekiyor, toplum şekilleniyor. Sonra da "ortaokula giden kızlar sürekli o tarz programları izlerse, orada sağlıklı bir ilişki modeli yok ki." diyebiliyorlar.
Evet, gerçekten modellerimiz bunlar. Bize bunu reva görüyorlar. İşleri bitince de her şeyi sıkılmadan rahatlıkla itiraf edebiliyorlar..
Biz de canlı canlı izdivaçlanmaya devam ediyoruz...
ETİKETLER: Haber, Haberler, Çin, Çağlayan, Acun Ilıcalı, reyting, acun, ARMAĞAN ÇAĞLAYAN, Survivor, haber, hizmet,İlişki, Çocuk, Armağan, Röportaj, Star, Popüler, Aile, Bugün, zaman, istifa, toplum, dolu, Gazeteci, batı, yarışma
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)